Nemrut Dağı ve Theresa Goell'ın küllerinin sırrı......

Dünya Mirası ilan edilen Nemrut Dağı'nda önemli çalışmalar yapan , Amerikalı arkeolog Theresa Goell neler yaşadı. Nemrut Dağı'nda kazılar yaparak Kommagene Kralı I. Antiochos'un mezarını arayan Theresa'nın yanında çalışan o yörenin insanları vardı. Bunlardan bir Abuzer Dedo'ydu. Abuzer Dedo, iki yıl önce 97 yaşındayken öldü. Kendisiyle son görüşen kişi Şanlıurfalı yazar ve fotoğraf sanatçısı Sedat Kıran'dı. Kıran, Dedo amcadan Nemrut Dağı ve Theresa Goell'e ilgili bilinmeyen bir çok bilgi öğrendi. Kıran bunu habersanliurfa adlı internet sitesindeki köşesinde yazdı. Eğer Nemrut Dağının sırrını ve Dedo amcanın Theresa'ya olan aşkını merak ediyorsanız yazıyı okumanızı tavsiye ediyoruz. O yıllara gidecekseniz

Nemrut Dağı ve Theresa Goell'ın küllerinin sırrı......
12 Temmuz 2021 - 10:34 - Güncelleme: 12 Temmuz 2021 - 14:30



 Yazar ve fotoğraf sanatçısı Sedat Kıran

TERESA’NIN KÜLLERİ

    Bu yazımda derinden etkisinde kaldığım ve bu toprakların el değmemiş, samimi ve doğal duygularıyla yaşanmış bir aşkın öyküsünü anlatacağım.
   Yurt dışından beni ziyarete gelen ve bu toprakların değerini bilen tarihini, dokusunu seven değerli bir arkadaşımı ağırladım. Bu toprakların her yerinde bir öykü ve hikaye var. Sanki bize fısıldayan bir ses var; söyleyip duyamadığımız, farkına varamadığımız bir ezginin sesi..
   Dostumla birlikte ilkbaharın renkleri ve tabiat ana ile bütünleşmiş bu toprakların coşkulu görkemiyle Fırat’a doğru arabayla yola çıktık. Sohbet ve kısık müzik sesiyle giderken, Hazro ve Fırat’ın gün yüzüne çıkmamış doğal güzelliğiyle büyülendik. Arabadan indik. O güzel manzara ayrı bir duygu katıyor insana. Nar ağaçlarından gelen kokular, kuşların sesi, uzaktan bir çobanın ıslığı ve insanın yüzünü okşayan hafif bir rüzgar. Sanki selam veriyor insana. Fırat o ihtişamıyla insanı büyülüyor ayrı bir mutluluk katıyor. Oradan ayrılmak istemiyor insan. Birkaç fotoğraf çektikten sonra yola devam ediyoruz. Fırat’ın karşı tarafına yani Adıyaman’a geçmek için vapuru beklerken dostumla çay keyfi yapıyoruz..



Vapur karşıdan aldığı yolcuları Siverek tarafına bırakıp diğer yolcuları alıp Fırat’ın üzerinde güzel bir keyif ile sadece 10 dakikada karşı tarafa iskeleye yanaşıyor. Dostumla birlikte bizi bekleyen Nemrut’a doğru yol almaya devam ediyoruz. Yolda sohbetimize ayrı bir duygu katan Adıyaman türküsü eşlik ediyor; “Sesimi duy, ver elini kalk gidelim dağlara, tütün kokan ovalara ,dön gel…” Adıyaman’da ayrı bir duygu içinde ilerliyoruz. Tütün kokan ovaların ardından birden dağın içinde keskin virajlar ve dik yamaçlı yoldan geçerek dağın zirvesine, Nemrut’a ulaşıyoruz.  Kendimizi farklı bir dünyaya gelmiş gibi, adeta gökyüzünde hissediyoruz. Nemrut anıtının görkemli yapısıyla büyülenip şaşırıyoruz. İnsan “Bunu kim buraya yaptırdı ? Bu devasa heykelleri ve tapınağın olduğu taş yığınları kim nasıl buraya getirdi? Aşklar mı, kahramanlıklar mı bunu yaptı?.” diye düşünmeden edemiyor. Bu gizemli yapıtın görkemiyle farklı hayaller dünyasına dalıp gitmemek mümkün değil. Dünyanın her yerinden buraya gelen turistlerinde aynı duyguları hissettikleri yüzlerinden okunuyor. Maalesef bulutlu hava nedeniyle tabiat ana güneşin o muhteşem batışını bizlere göstermiyor. Şansımıza küserek Nemrut’tan aşağıya iniyoruz. Hemen dağın içinde turistlerin konakladığı, köylülerin kendi olanaklarıyla yaptığı pansiyonlar ve kafeler var. O kafelerin birinin bahçesinde dağı tam gören bir yerde soluklanıp, o köyün güzel insanlarının misafirperverlikleri ve ilgileriyle karşılanıyoruz. Yorgunluğumuza çay hemen yetişiyor. Kafenin bahçesi tam dağın yamacında ve karşıdaki dağların yüksek ve keskin yükseltileri bir şeyler anlatıyor sanki. Öylece bakıp kalıyor insan. Dostumla sohbetimiz keyifli bir çay tadında devam ediyor. Kafede bize çay ikram eden genç , yaşlı bir adamın koluna girmiş, yanımızdaki sandalyeye oturtmaya çalışıyor. Yaşlı adam zorla sandalyeye oturup dengesini sağlıyor. Yaşlı adam dağın zirvesine bakarak “Hey gidi dünya..” derken sanki bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Bu sözlerin, bir isyanın dışa vuruluşu mu, yoksa yaşlılığa bir sitem midir bilinmez… Yaşlı amcayı oturtan genç bize dönüyor “ Dedem biraz rahatsız Burası ona iyi geliyor Her gün buradan dağları izliyor.” diyor kafede çalışan çocuk. Çocuk yaşlı amcaya :
“Dedo ne içersin, canın ne çekiyor?”
“Su, su “ diyor yaşlı amca. 
Yaşlı amcanın etkisinde kalarak sohbetimize devam ediyoruz. Benim her zaman yaşlılara büyük ilgim olmuştur. Hep onlarla sohbet edip, onların yaşama dair sohbetlerini dinlemeyi çok severim ve mümkün oldukça tanımadığım biri olsa da bir şekilde diyalog kurmaya çalışırım. Dostumla sohbet ediyoruz lakin dikkatim hep yaşlı amcada. Şalvarı gömleğinin üstünde, yeleği, köstekli saati, başında altı köşeli meşhur Adıyaman şapkası ve sakalları ağarmış kar beyazı gibi. Gözleri dimdik; dağın yamacına bakıp elindeki bastonunu ritmik bir şekilde yere vurup bir şeyler mırıldanıyor. Sanki karşı dağla konuşuyor. Arada Dedo’nun suyunu getiriyor genç. Dönüp gence Dedo hakkında sorular soruyorum:
“Dedo kaç yaşında?”
“ 95 yaşında.”
“İsmi nedir? Sohbet etmek istersem bir sakıncası var mı?”
“Adı Abuzer. Yok yok Dedo’da hikayeler çok. Çay içer misiniz?”
“Tabi ki.”
Kendimi tutamayarak Dedo ile diyalog yolunu bulmaya çalışıyorum. Konuşmaya şöyle başlıyorum:
“Dedo nasılsın? “
“İyiyim oğlum sağolun.”
Yaşlı amca bunu der demez dağın doruklarına bakarak tekrar dalıyor. O dalınca ben onu hayal dünyasından ayırmak istemiyorum ve dostumla sohbete başlıyorum fakat gözüm hep Dedo’ da ve Dedo;  biraz hüzün, biraz hasret kokan ve sanki bizimle sohbet etmek, dertleşmek ister gibi duyabileceğimiz bir sesle, “hey dağlar hey, bir ah çekip konuşsalar.” diye söyleniyor. 
Dedo’ya bakarak: 
“Dedo, dağlar konuşsa ne söyleyecek? Anlat , bizde öğrenelim.”
Dedo amca, suyundan bir yudum alıp, dağın zirvesine bakarak: 
“Oğlum, burayı kim bilirdi, kimin haberi vardı burada. Kışın karlarla kaplı yollar vardı kuş uçmaz, kervan geçmezdi. Kim bilirdi ki Nemrut’un hikayesini ?”
Dedo amca derin bir ah çekerek konuşmasına ara verdi. Belli ki fazla duygulanmıştı. 
Evet kim biliyor ki? Anlat benim amcam anlat Nemrut’un hikayesini… Bir of çekiyor Dedo. Onun dağlara bakan gözlerinin dalıp dalıp dolması, beni de duygulandırıyor.
“ Evet, anlat Dedo amca, seni dinliyoruz.”


Onunla Türkçe ve Kürtçe konuşuyorum. Ancak onunla Kürtçe yani anadilimizle konuşurken dedenin bize daha çok ısındığını, daha mutlu olduğunu hissedebiliyorum. Dede, en iyi bildiği dilde, Kürtçe olarak:
“Oğlum buraları ben tanıttım. At, katır sırtında bu dağdan diğerine karda, çamurda gece gündüz demeden emek verdim. Her karışında ayak izlerim var…”
“Anlat Dedo amca.”
“Yıllar önce köye yabancılar geldi ta ecnebi ülkelerinden Amerika’dan. ‘Burada tarihi yerler var bunları tanıtmak icin bize yardımcı olmanız gerek. Bize dağlarda dolaşmak için at, katır ve buraları çok iyi bilen bir rehber lazım’ dediler. Bu dağları en iyi bilen bendim. Ben de kabul edip onlarla birlikte çalıştım karda, çamurda, yağmurda ve fırtınada. O dağdan diğerine at sırtında gezip durdum. Bu araştırmanın başkanı bir kadındı. Amerikalı Teresa.” Bu ismi telaffuz edince birden durakladı, nefesi kesilir gibi olup gözleri doldu. Hemen önündeki sudan içmeye çalıştı. Yardımcı oldum suyunu yudumlarken. Sanki içinden “Ah Teresa” der gibi suyunu yudumladı. Çayı getiren genç gülümseyerek çayımızı bırakıp “Dedo aşkını anlatıyor anlatsın, Dedo dedem çapkınmış.” Dedi. Herhalde Dedo’ ya ses gitti “De hadi kebrağ.” dedi gence. Torununu uzaklaştırdı. Bense hala merak içindeyim ve amcada derin izler bırakan hikayenin devamını bekliyorum. 
“Kimse bilmezdi bu tarihi Nemrut’u, Arsemia’ yı. Katır, at sırtında o dağdan o dağa gece gündüz araştırırdı. Halatlar ve iplerle eski tarihi mağaralara inerdi. Buradaki yazıları, tarihi eserleri araştırırdı Teresa. Öyle bir kadındı ki bu toprakları öyle severdi ki…. Çocuklara, kadınlara hayrandı. ‘Hep daha çok çalışmamız gerek.’Derdi. O dağdan diğerine geçerdik .‘Buradaki insanlar için çok çalışmamız gerek Abuzer.’ diyerek bana cesaret verirdi. Kış ayları burada çalışma olmazdı, o kar yağdığında giderdi, bahara kadar ben Teresa’nın gelmesini beklerdim. Karların erimesini ve baharın gelişini beklerdim. Teresa o zaman gelirdi gözlerim hep yollardaydı.


Birden Dedo’ nun gözleri yaş doldu uzaklara, dağlara daldı, bir an sessizlik oldu ve Dedo devam etti. 
“Hep kış aylarına yakın zamanlarda giderdi, baharda gelirdi. Bana söz vermişti ‘Buradaki çocukların okumaya, eğitime ihtiyaçları var, ben ölsem de burada ölmek isterim.’ diyordu ve Teresa gelmedi. Hep karlı dağlar arkasından bakardım dağların doruklarına Teresa bir gün gelir diye bahar aylarında coşku ve sevinçle. Bahar olurdu Teresa’nın gelişini beklerdim ama gelmedi Teresa… Çok kışlar, baharlar geçmişti Teresa’dan ayrı. Bahar aylarındaydık bir gün benim eve bir taksi geldi ve beni sordular ‘Abuzer Bey siz misiniz?’ diyerek. Bende yıllardır beklediğim an sandım Teresa mı gelmiş diye yılların umutsuzluğu mutluluğu üzerine çekercesine ‘Evet evet benim Abuzer benim.’ dedim adam bana dönerek ‘Abuzer Bey Teresa Hanım sizden övgüyle bahsetti ve sizin Teresa Hanım’ın çalışmalarında buradaki tarihin ortaya çıkarılması anlamında büyük başarılara imza attınız. Bizde Teresa hanımın son vasiyeti üzerine burada bulunmaktayız.’“
Ben, Teresa niye gelmemiş” diye sormaya hazırlanırken Dedo amca derin bir kederle devam etti anlatmaya:
“Türkçe bilen yabancı kişi bana dönerek ‘Bizlerde Teresa’nın son görevi için burada bulunmaktayız’ dedi.”
“Teresa nerede Dedo amca?” diye sorabildim bu kez.
“Sanki arabanın içinden çıkacak taksinin bir yerinde gibi geliyor bana. Konuşan yabancının birden sesi değişti, kendini toparlayıp üzüntülü bir şekilde devam etti; ‘Abuzer Bey burada olmamızın nedeni Teresa hanımın son yolculuğunda vasiyetini sizlerin eşliğinizde görevimizi yerine getirmemiz için.’ dedi. Ben o zaman anladım Teresa’nın öldüğünü.”


Gözleri yaşla dolan Dedo amca dağlara bakarak “Hey dağlar hey hey!” derin bir iç çekerek devam etti anlatmaya.
“Ben en azından bir görsem, bir baka bilsem diyorum son kez. Gelenlerden biri arabanın içinden bir kutuyu çıkarıp getirdiler ben acaba bu ne dercesine şaşkınlık içindeyken Türkçe konuşan yabancı ‘Abuzer bey bu Teresa hanımın naaşı.’dedi. Ben çökmüşüm ve ne olduğunu tam anlamadım getirilen arabada çıkarılan tabut değil sarılı bir kutu. Teresa vefat etmişse bu nedir diyorum kendi kendime. Gördüğüm rüyaların kabusunu yaşıyor gibiyim, kutuyu ortamıza bıraktıktan sonra Türkçe bilen devam etti ‘Abuzer bey bu pakette Teresa hanımın külleri var. Teresa hanım kardeşine ve bizlere vasiyeti gereği öldüğü zaman cesedinin yakılmasını ve ardından küllerinin toplanıp muhafaza bir kavanozun içinde korunup buraya sizlerin yanına ve bizzat sizinde olacağınız şekilde Adıyaman’ın dağlarının en yüksek yerinde küllerini rüzgarla doğaya savurmanızı istemiş ve sizden arzumuz Teresa hanımın son yolculuğunda bizlerle olmanız ve son görevini yerine getirmeniz olacak.’ dedi.”
Anlatılanlardan, Dedo amcanın o duygu yüklü halinden etkilenmemek olanaksız. Tüylerim diken diken olmuş, içimi sızı kaplamıştı. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
O anları bir kez daha gözünde canlandıran Dedo amca ağlamaklı bir sesle “Hey gidi günler hey” diyerek anlatmaya devam etti:
“Ve ben artık anlamıştım onun öldüğünü. Bir gün o dağlarda çalışırken Teresa bana ‘Karşıda görünen dağın zirvesine götür beni Abuzer.’ dedi bende onu şu karşıdaki dağın zirvesine götürmüştüm. Dağın zirvesinde rüzgara bırakmıştı kendini. Altımızda Fırat vardı öyle görkemli bir manzaraydı ki ben önceden çıkmıştım ama o manzaranın öyle güzel olduğunu o zaman Teresa ile fark ettim. Teresa bana orda, ‘“Abuzer ben bir gün ölürsem sen benim küllerimi burada rüzgarda savur, küllerim rüzgara karışsın. Ağaca, çiçeğe, böceğe, Fırat’a çünkü ben o zaman ölmeyeceğim, sonsuza kadar burada yaşayacağım. Küllerim buradaki çocuklara, kadınlara cesaret verecek, onlarda okuyup benim gibi araştıracaklar.’ demişti. Bende gülmüştüm  “O nedir Allah etmesin daha sana çok ihtiyacımız var.” demiştim. Artık anlamıştım gelenlerin neden geldiğini ve o gelenlerle birlikte Teresa’nın sevdiği şu karşıdaki dağın zirvesine çıktık. “İşte orası.” (karşımızdaki dağı işaret ederek) orada zirvede rüzgarla Teresa’nın küllerini savurdum hey Allah(xuda) hey Allah hey. O rüzgar da savuruyorum Teresa’nın küllerini, gözlerimde yaşlar ve küller yüzümü okşuyor çekiyordum içime Teresa’nın küllerini… Her gün buraya gelip bakıyorum o dağın doruğuna sanki orada Teresa’yı görüyorum. Kokusu havaya karışıp ciğerlerimde teneffüs ediyorum Teresa’yı.  Evet “Ben ölmem.” demişti. Teresa ölmedi... İşte hikaye bu yeğenlerim.”
Tüm bunları anlattığında yaşlı Dedo amca hıçkırık ve gözlerindeki yaşlarla sanki o anları tekrar yaşıyor gibi. Çıkardı mendilini akan gözyaşlarını sildi.


Bu hikaye yaşanmış bir hikaye. Nemrut’un ve Abuzer Dedo amca ve Theresa Goell’ in samimi, saf duygularla yaşanmış aşkıdır. Aşka inananların hikayesidir.  Bu hikaye 1950’ler de Nemrut’ta bilinmeyen Nemrut’u keşfeden Amerikalı arkeolog Teresa Goell in inanma, Nemrut’u gün yüzüne çıkarma hikayesidir. Bu araştırmalar sonucunda Nemrut’un hikayesi dünyaya tanıtılıyor. Nemrut gün yüzüne çıkmış oluyor. Bu anlamda bu büyük insan Theresa Goell’ i saygı ve rahmetle anıyorum..        
sevgiler...
Sedat KIRAN

SEDAT KIRAN'IN İNTERNET SİTESİNDEKİ YAZISI İÇİN TIKLAYIN....


 


YORUMLAR

  • 0 Yorum